Tüm Halklar Demokrasisi İçin Öndeyişler[1]
ULUĞ NUTKU
Aşağıdaki düşünceler dünya barışının tüm halklar demokrasisi altında gerçekleşmesinin esaslarıdır. Uygulamaya geçildiğinde kurallaşırlar.
1. Milli çıkarlar adı altında sınıf ayrımından yoksun gerekçeler siyasetlerde yönlendirici etken olarak sürdükçe, dünya barışı için çözüm bulunamaz. Karşılıklı çıkarlar, dengeler gibi kavramlar da çözüm getirmez. Toplumsal gerçekliğin üstünü kavram terörüyle, icabında da silahlı terörle örtbas eden, halkların sağlıklı bilincini çarpıtan bu zorba bilincin içeriği teşhir edilmelidir. Bu çarpıtmaların başında, stratejik ölçüp biçmelerin halklar arasına düşmanlık sokması gelir. Bunun yok edilmesine ilk adım, silah sanayisinin tüm ülkelerde yaşatıcı bilim uğruna dönüştürülmesidir. Milli savunma diye bir kavram belleklerden silinmelidir; yerine halklar dayanışması geçer.
Düşünceye gelişi: Kant, ebedi dünya barışı fikrini somutlaştırmaya girişen ilk filozof oldu. Bunu yapmaya toplumsal sınıfların ilişkilerini çözümlemeden girişmesi bir eksiklikti; ancak, onun önerileri bugün de geçerlidir, çünkü Aydınlanma bugün de insanlığın önünde bir görevdir. Kant, bir dizi olması gerek-olmaması gerek ayrımıyla devletlerarası ilişkilere “düzenleyici” ilkeler sundu. Bunlar zamanla oluşturucu/kurucu olabilecekti. Önerdiği: Gizli anlaşmaların olmaması, borçlanmama, muvazzaf orduların lağvı günümüzde de olmaması gereklerin başında gelir. Kant’ın Ebedi Barış yazısının tarihsel arka planının 140 yıl öncesinin Westphalia Antlaşması’nın barış ilkeleri olduğu dikkatlerden kaçmıştır. Aydınlanma Hareketi’nin siyasal yönü bu antlaşmaya, hatta 1555 Augsburg Antlaşması’na geri götürülebilir. Fakat bu oluşumları, hele insan ve hakları konusunu, Magna Carta’ya dayandırmak abartı olur. Önceki çağlardan öğretici örnekler vardır. Eskiçağda köleciliğe ilk karşı çıkan, dolayısıyla genel bir insanlık kavramına uzanan Sofistler vardı. Pax Romana önemli bir girişim sayılmalıdır. Gerçi bunun siyasal nedeni, sınırları korunamayacak kadar genişleyen Roma İmparatorluğu’nu kavimlerin başkaldırısına karşı barışla korumaktı; gene de fikir etkili olmuş ve sonraki çağlarda başka adlarla tekrarlanmıştır. Fakat tarihi tekrarlama, Marx’ın dediği gibi, karikatürleşir de. Çağımızda bunun örneği 1970’li yıllarda ABD’nin, güneyindeki kıtaya sokmaya çalıştığı Pax Americana’dır.
2. Ulus-devletlerin içeriğinin boşalması, erimesi ve tarih sahnesinden çekilmesi daha yarım yüzyıl sürebilir; çünkü tüm halklar demokrasisinin bilinçlere yerleşmesi ve edimselleşmesi için amaç kavramın kavranışındaki eşitsizlikler kısa sürede giderilemez. Dünya ölçeğinde gelişecek “barışla aydınlanma/barışta aydınlanma” kavrayışı, yavaş da olsa, önyargıları aşar.
Düşünceye gelişi: 1648 Westphalia Antlaşması ulus-devlet yapılanmasını meşru kıldı, başlattı. Önce Avrupa’da başlayan bu süreç 200 yılda gelişti, yapılar genişledi ve 1848 Sanayi Devrimi’yle ulusal ekonomiler belirginleşti. Westphalia Antlaşması Avrupa devletleri arasında dengeler oluşturdu ve “savaş hakkı”nı (ius ad bellum) uluslararası kabul edilebilecek gerekçelerle sınırladı. Bu olumlu görünüm iki çelişki taşıyordu. Birincisi, savaş ilanını haklı gerekçelendirme zorunluluğu “birleşik insanlık” idesini içermiyordu, ideolojisizdi; tersine, sonraki dönemlerin daha azgın siyasallığının nedeni olan Realpolitik tutumu filizlendiriyordu. Realpolitik günümüzde dünya barışı için hâlâ büyük bir engeldir. Bunun “olağan” sayılması, siyasal zihinlerin ne denli dumura uğradığının göstergesidir. İkincisi, Avrupa’da Barış-Dünyada Sömürgecilik çelişkisiydi. Avrupalı 250 yılda Afrika, Asya ve Amerikalarda yerli halklardan 250 milyon insan katletti, yani yılda bir milyon. Dünyayı paylaşan güçlerin doyumsuzluğunun onları nihayette birbirine düşürmesi doğaldır. Yirminci yüzyıldaki İki Paylaşım Savaşı bunu gösterdi. Üçüncüsünün özelliği daha eskiye dönüş gibi görünüyor: İlan edilmeyen savaş: Fetihçilik-istilacılık. Vietnam, Afganistan, Irak, Filistin bugünkü açık örneklerdir.
Tüm Halklar Demokrasisinin ilkesi ius contra bellum’dur. Bu yolda güçlü adımlar atılmaktadır. Savaşa karşı mitinglerde kısa sürede yüz binler buluşabilmektedir. Silah sanayisi ve ticareti lanetlenmektedir. Büyük bir dönüşümün ilk kıvılcımları çakılmıştır.
3. Amaç kavramın kavranışındaki eşitsizliklerin kaynağı, halkların topraklarının ve sularının kiminde verimli, kiminde kıt olmasıdır. Bu eşitsizliği ulus-devletler kullanır ve çok yönlü, çok biçim değiştiren çapraz savaşlara girişirler. İttifaklar ve düşmanlıkların iç içe geçtiği bu durum, yönlendirilen belirsizlik durumudur. Tüm silahlı kuvvetlerin eşzamanlı lağvedilmesiyle bu belirsizlik ortadan kalkar. Bu amaca silah sanayisinin toptan dönüştürülmesi eşlik eder. Böylece, devletlerin halklara uyguladığı sınıf egemenliğinin başlıca öğesi olan milliyetçi baskı da kaldırılmış olur.
Düşünceye gelişi: Yukarıdaki düşüncelerin mantıklı devamıdır. Eskiçağda Mezopotamya devletleri arasında sadece toprak değil, su ve tuz savaşları olurdu. Bugünkü petrol savaşlarının bunlardan özde farkı yoktur. Biçim farkı, görünürdeki hedefler-görünürdeki hedeflerin arkasındaki hedefler-uzun vadeli asıl hedefler dizisidir. Uzun vadeli ve gizli asıl hedefler bugünkü durumu belirsizleştirir, bu bilinçli yapılır. Bir örneği: ABD’nin İran’ı sürekli tehdit etmesinin görünürdeki ilk nedeni Hazar bölgesine nüfuzdur; ardındaki neden Orta Asya devletlerini baskı altına almak (Afganistan zaten işgal altında, Pakistan kucağa oturtulmuş), asıl neden de “bakir” Moğolistan’ı “mamur” bir eyalet haline getirip Çin Seddi’ne dayanmaktır. Bu “dolaylı yaklaşım” projesi şimdiye kadar eşine rastlanmamış büyüklükte ve uzun vadededir. Mevcut koşullarda başarılı olması olasılığı küçümsenemez.
Lenin, devrimi yakından örgütlemek ve yönlendirmek için Rusya’ya döndüğünde, Devlet ve Devrim kitabı yayına hazırdı. Bu kitapta, devlet denilen yapının yerine geçecek yapı tasarlanır, öngörülür. Lenin yalnız devrimi değil, işçi sınıfı iktidarı aldıktan sonraki kuruluş aşamalarını da düşündü. Bu zorunluydu, çünkü sadece siyasal iktidarı ele geçirmek bir parti despotizminde kalakalır ve günün birinde geri teperdi. Öyle oldu. Bugün Rusya’da, Sovyetler Birliği’nin 70 yılının hesabını verebilecek ve şimdiki feci durumdan çıkış yolları gösterebilecek kimse yok.
4. Hiçbir devlet halkın devleti olmamıştır. Eğer devletler halkların devletleri olsaydı, çıkar çatışmaları çoktan aşılmış ve dünyanın hammadde, enerji ve gıda kaynakları hakça paylaşılmış olurdu. Dünya halkları demokrasisinin son/ uçtaki hedefi ve dünya gençliğinin eğitiminin ilkesi, devlet kavramı altında değil, toplumsallaşma ve daha olgun toplumsallaşma kavramları altında bulunur. Mevcut tarih, köhnemiş tarih olarak anılır. Böylece her halkın kendi tarihiyle yüzleşmesi gerçekleşir. Yüzleşme, tarihte değerli olanın kavranması ile olanaklıdır. Ulus-devletlerin iyileşemeyen çıbanı, tarihi dürüstçe anlamamak ve anlatmamak, işlenmiş suçları “devlete zarar verir” gerekçesiyle gizlemektir. Yetişen kuşaklar için asıl zararlı olan, tarihsel gerçekleri gizlemek ve çarpıtmaktır. Gizlemenin yöntemi tarihle böbürlenmedir; bu, fetihçilik fetişizminin bir ürünüdür. Bu ürün ebediyen çöpe atılır.
Düşünceye gelişi: Küreselleştirme sorununu derinden kavrayan iki düşünür karşıt savlar öne sürdüler. Julian Huxley: Dünyanın batağa saplanmasından kurtuluş olanağı kalmamıştır. Theodor Oiserman: Dünyada 60 milyar insanın rahat yaşaması akılsal bir tutumla sağlanabilir. Bu düşünceler çağımızın birincil çatışkısının özetir. İkisi de 30 yıl önce söylendi. Karamsarlık-iyimserlik ikilemiyle açıklanamazlar. Mevcut durumda Huxley’nin görüşü ağırlıklı. Oiserman ise bir görevi belirtiyor. İki görüşün de dayanağı dünya ekonomisinin yeniden düzenlenmesi gereği. Daha olgun toplumsallaşma bununla birlikte oluşur.
Doğru tarih bilinci, halkların ve onların sonraki kuşaklarının dostça buluşması için şarttır. Tarihin hesabını vermek için özeleştiri gücüne sahip olmak önkoşuldur. Tarihte değerli olanları içselleştirmek için değersiz olanları “sildim” diyebilme yeteneğini geliştirmek öncelikle eğitimcinin görevidir. Bu görevi gerçekleştirecek bir eğitimci henüz doğmadı. Tarihçi de yok. Spartacus İsyanı’nın, soylulara karşı çıkan soylu Gracchus Kardeşler’in İsyanı’nın Roma tarihinin en değerli sayfalarını yazdıklarını söyleyen bir tarihçi var mı?
5. Birleşmiş Milletler Örgütü’nün amacı paylaşımı düzenlemedir. Geçici ulus-devletlerin gerek anayasalarının gerek maddi, teknolojik düzeylerinin eşitlenmesi önkoşullardan birisidir. Toplu üretim ve paylaşım ilkesini hayata geçirmenin hiçbir zorluğu yoktur. Amaç, toplumsallaşan insanlık olarak benimsendiğinde, insan hakları da bütünlük kazanır. Böylece sorumluluk ve yükümlülük kısır hukuki çerçevesini aşar.
Düşünceye gelişi: Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirgesi (1948) temel hakların bir sıraya konuluşu oldu. Bazı kurumlar oluşturuldu (Unesco, Unicef, Fao vbg.), fakat bunlar beklenilen etkinliği gösteremedi. Beklenilen, insanlığın geleceğinin savaşsız ve kıtlıksız düzenlenmesiydi. Küreselleştirmecilere karşı hiçbir önlem alınmadı, önerilmedi bile. Bunun açılımı, mali emperyalizmin, küresel kapitalizmin son aşaması olmasıdır, —yirminci yüzyılın başında üretim kapitalizminin son aşamasının emperyalizm olması gibi.
6. Geçmişteki ve şimdideki bütün gizli örgütler çözülür, halklara gösterilir; belirsiz kalmış cinayetler, faili meçhul infazlar açıklanır. Uluslararası hukukun başlıca görevi bu olur. Geçmişteki hiçbir şey bilinemez olarak kalmaz. Bilindiğinde, hesaplaşma başlar ve tarih “olduğu gibi” yazılır.
Düşünceye gelişi: Demokrasi temsilciliği bir “temsil”i oynamak değil elbette, ama oynanıyor ve seyrettiriliyor. Seyircilik uzun sürmez, çünkü seyir dişe kemiğe dayanır. Temsili demokrasinin ömrü dolmuştur; doğrudan demokrasinin ihyası zamanı gelmiştir. Hangi devlet, sınırları içinde işlenen faili meçhul cinayetleri, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde açıklamıştır? Hiçbiri. Bu durum, failin hiç de meçhul olmadığını gösteriyor.
7. Kitlelerin kendiliğinden eylemi şimdiye kadar küçümsendi. Bu eylemlere anarşi, eylemin arkasındaki fikirlere popülizm yaftası yapıştırıldı. İleri düzeydeki sosyalist veya komünist hareketler bile bu yapay entelektüalist ve yönetme tutkulu kadroların elinde kaldı. “Emekçi kitlelere sınıf bilinci götürmek” yanılgısı, devrimlerin sürekli benimsenmesine daha baştan set çekti. Bu hiyerarşik parti anlayışı “ideolojik egemenler”, hatta despotlar doğurdu. Hepsi iflas etti. Devrimlerin partiler yoluyla gerçekleşemeyeceği artık anlaşılmış olmalı.
Düşünceye gelişi: Karşıt-küreselleştirmenin bazı esasları şunlardır: Tüm Halklar Demokrasisi hareketinde parti örgütü-görüşü-çizgisi gibi iktidar belirten biçimler olmaz. Sivil itaatsizlik sadece ivme kazanma durumudur, geçicidir. Fakat, şimdiyi geleceğe feda etmek, olabileceklerin en kötüsü, en zalimidir. Cennet vaadi cehennem ateşinden beterdir. Tek ilke yeterlidir, diğerleri onu izler. Olumsuzlayan deyişle: İnsanı araçsallaştırmamak. Olumlayan deyişle: Herkesin, özgürlük çelişkisini kendisi için çözme özgürlüğünün bilincinde olması.
Demokrasi bir “toplu karar mekanizması” değildir. Her birim kendi somut koşullarında kararını verir. Örneği, Suudi Arabistan’da kadını taşlamaya, erkeği de kafasını kılıçla keserek idam etmeye karşı çıkan Demokrasi Birimi, kararını kendi verecek ve o doğrultuda eyleme geçme olgunluğa ulaşacaktır. Suudi gider, Arap kalır. Özellikle İslami toplumlarda bu tür devrimler gerekiyor.
8. Tekelci üretim ve mali şirketlerin küresel hegemonyasının paradoksal varlığı, tüm halklar demokrasisine yol açmasıyla olumsuzlanır.
Düşünceye gelişi: Olumsuzlamanın olumsuzlanması ilkesi, diyalektiğin diğer ilkelerinden daha önemlidir ve tarihi anlamada daha canlıdır. Rastgele uygulanışı kaderci bir bekleyişe de yol açabilir. Tarihsel olay geçtikten sonra değil, olayın içinden konuşma ve sözü eyleme dökme cesaretini göstermek gerek. Küreselleştirmeci, sömürüsünün sınırına geldi ve bunun bilincinde. Kendisini olumsuzlayamayaca- ğından, kanserli hücre gibi bütün vücudu—bütün insanları—gözden çıkaracaktır. Küreselleştirmecinin olumsuzlanması geciktirilemez.
9. Felsefi bilinç için insan hakları ikincil önemde bir sorundur. Birincil önemdeki sorun, bütünlüklü bir insan kavramına ulaşmaktır. Aksi halde, insan kavramından insanlık kavramına geçit bulunamaz. Tersi—önce insanlıkla söze başlamak—geçit değil, tuzaktır.
Düşünceye gelişi: 1948 Bildirgesinin daha ilk maddesinde “insanlar kardeş olmalıdırlar” deniyor. Bu zavallı bir başlangıçtır: “Şimdiye kadar kardeş olamadık, artık olalım” zavallılığı. Üstelik, Habil-Kabil efsanesinin hukuk tekerlemesi haline getirilmesidir. Bildirgeye başlangıç cümlesi şöyle olabilirdi: İnsanlar birbirlerini bin bir şekilde selamlarlar. Selam barışa çağrıdır, kavgaya değil. Selam “yanıma gel, oturalım, konuşalım” anlamını taşır. Bu anlamı anlamayacak hiçbir insan yoktur.
[1] Bu yazı, Baykuş: Felsefe Yazıları Dergisi‘nin Felsefe ve Devrim dosya konulu Haziran 2009 tarihli dördüncü sayısında yayımlanmıştır.
Sayın Nutku’dan etkileyici bir yazı olmuş… Saygıyla anıyoruz… Emeğinize teşekkürler