unnamed-3
Taktik ve Etik
*

GEORG LUKÁCS

Taktiğin politik eylem alanındaki yeri ve önemi, partiye ve sınıfa göre –partilerin ve sınıfların kendilerine özgü yapısına ve tarihsel-felsefi rolüne bağlı olarak– derin farklılıklar gösterir.

Taktiği, [politik olarak] aktif grupların ilan ettikleri amaçlarını gerçekleştirmelerine hizmet eden bir araç, nihai hedefi gerçeklikle ilişkilendiren bir bağlantı olarak tanımlayacak olursak şayet, nihai hedefin verili toplumsal bir gerçeklik içinde bir moment ya da onu aşan bir şey olarak kategorize edilip edilmeyeceğine bağlı olarak temel farklılıklar ortaya çıkacaktır. Nihai hedefin içkinliği ile aşkınlığı (transendent oluşu) arasında her şeyden önce şu farklılık vardır: İlki, varolan yasal düzeni, herhangi bir eylem alanını zorunlu ve normatif bir biçimde belirleyen verili bir ilke olarak kabul ederken, sosyo-transendent hedef durumunda yasal düzen, olsa olsa, çıkara yönelik nedenler için dikkate alınacak saf gerçeklik, gerçek güç olarak görülür. “Olsa olsa” sözünü vurgulayalım; zira Fransız Meşruiyetçi Restorasyonu’nki* gibi bir hedef, diğer bir deyişle, Devrimin yasal düzeninin herhangi anlamda bir kabulü, bir uzlaşımla zaten aynı değerdeydi. Hatta bu örnek bile, saf bir biçimde kavranan farklı transendent hedeflerin –bütünüyle soyut ve tüm değerlerden yoksun bir sosyoloji açısından– aynı düzeyde varoluyor olarak kabul edildiklerini gösterir; çünkü, nihai hedef olarak tanımlanan toplumsal düzen geçmişte eğer zaten var olduysa, söz konusu olan sadece önceki bir gelişme aşamasını yeniden tesis etme sorunuysa, o zaman varolan yasal düzenin tanınmaması, verili yasal düzenlerin sınırlarının gerçek değil, yalnızca görünüşte bir ihlalini ifade eder: Gerçek bir yasal düzen, bir diğer gerçek yasal düzenle karşı karşıya gelir; gelişmenin sürekliliği kesin bir biçimde yadsınmaz ve en uzak erimli amaç sadece aradaki bir aşamanın iptali anlamına gelir. Öte yandan, özsel anlamda devrimci her hedef, hem mevcut hem de geçmiş yasal düzenlerin ahlaki varolma nedeni ile tarihsel-felsefi güncelliğini yadsır; dolayısıyla, ne kadar dikkate alınacakları –alınırlarsa tabii– yalnızca taktiksel bir soruna dönüşür.

Gelgelelim, taktik kendini yasal düzen tarafından yüklenen normsal sınırlardan bu yolla kurtardığından, taktiksel tutumu belirleyen hedeflerin, bir bakıma yeni ölçütlerin keşfedilmesi gerekir. Çıkar kavramı muğlak olduğundan dolayı, ondan anlaşılanın dolaysız, somut bir amaç olmasına ya da gerçeklik zeminine henüz yerleştirilmemiş olan nihai bir hedef olmasına göre anlamı farklılık gösterir. Böylece, nihai hedefleri daha önce zaten gerçekleştirilmiş olan sınıflar ve partiler için taktik, zorunlu olarak, dolaysız ve somut amaçların elde edilebilirliğiyle belirlenecektir; dolaysız amaç ile nihai amacı ayıran uçurum ve bu ikilikten doğan çelişkilerin neden olduğu çatışmalar onlar için basit bir biçimde varolmaz. Burada taktik, yasal bir Realpolitik formunu varsayar ve bu tarz bir çelişkinin, sözgelimi savaşla ilişkili olarak ortaya çıktığı tüm bu (istisnai) durumlarda, bu sınıfların ve partilerin en sığ ve en feci Realpolitik formunu uygulamaları sadece bir şansın sonucu değildir. Seçme şansları yoktur, zira var olan nihai amaçları, sadece böyle bir Realpolitiğe izin verir.

Bu karşıtlık, devrimci sınıfların ve partilerin taktiklerini izah etmeye fazlasıyla yararlıdır: Onların taktikleri bir anda dolaysızca elde edilebilen faydalarla belirlenmez; tam tersine onlar, gerçekten önemli olan şeyi, nihai hedefi tehlikeye atıyor diye bu tür faydaları kimi zaman reddetmek zorundadırlar. Bununla birlikte, nihai hedef ütopya olarak değil, erişilmesi gereken gerçeklik olarak kategorize edilmiş olduğundan dolayı, onu dolaysız faydanın üzerinde ve ötesinde konumlandırmak, gerçeklikten soyutlama yapmak ya da belirli idealleri gerçekliğe zorla yüklemeye girişmek anlamına gelmez; bundan ziyade, toplumsal gerçeklik içerisinde halihazırda işleyen, nihai hedefin gerçekleşmesine yönelik tüm güçlerin bilgisini ve eyleme dönüştürülmesini gerektirir. Bu bilgi olmaksızın, her devrimci sınıf ya da partinin taktiği, ideallerden yoksun bir Realpolitik ile gerçek içeriği olmayan bir ideoloji arasında amaçsız bir biçimde bocalayacaktır. Bu bilgi, burjuva sınıfının devrimci mücadelesinde eksikti. Nihai amaca ilişkin bir ideolojinin burada bile mevcut olduğu doğrudur, ancak o, somut eylemi planlama işiyle organik anlamda birleşmemiştir; bundan ziyade, büyük ölçüde pragmatik bir tarzda, çabucak kendilerinde amaç haline gelmiş olan kurumların yaratılmasında, bu yolla da nihai hedefin kendisini gizleyerek ve de onu saf, halihazırda etkisiz bir ideoloji seviyesine düşürerek gelişmiştir. Sosyalizmin benzersiz sosyolojik önemi, bu probleme bir çözüm sağlamasıdır; zira sosyalizmin nihai hedefi, çağdaş toplumun ekonomik, yasal ve toplumsal sınırlarını aşması anlamında ütopyacı olsa bile, ve bu da ancak o toplumun yıkılması sayesinde gerçekleştirilebilecekse, elde edilmesinin toplumun dışında ya da üzerinde salınan düşüncelerin soğrulmasını gerektireceği anlamında hiç de ütopyacı değildir. Bu açıdan bütünüyle Hegel’in kavramsal sistemini takip eden Marksist sınıf mücadelesi teorisi, transendent hedefi içkin bir hedefe dönüştürür; proletaryanın sınıf mücadelesi bir çırpıda hedefin kendisi ve gerçekleştirmesi haline gelir. Bu süreç, önemi ve değeri onu aşan bir amacın ölçütlerince yargılanabilecek bir araç değildir; bilakis, adım adım, sıçraya sıçraya tarihin mantığına karşılık gelen ütopya toplumunun yeni bir izahıdır. Çağdaş toplumsal gerçekliğin içine dalma anlamına gelir bu. Bu “araçlar”, (burjuva ideolojisinin gerçekleşmesi örneğinde olduğu gibi) amaca yabancı değildir; bunun yerine, onlar, amacı öz-gerçekleşime daha bir yaklaştırır. Bu, taktiksel araçlar ile nihai hedef arasında kavramsal açıdan belirlenemez geçiş aşamaları olacağı anlamına gelir; nihai hedefin kendisini hangi taktiksel adımın gerçekleştirmeyi başaracağını önceden bilmek, asla mümkün değildir.

Bu bizi sosyalist taktiğin belirleyici ölçütüne götürür: Tarih felsefesi. Sınıf mücadelesi olgusu sosyolojik bir betimlemeden ve de olayların toplumsal gerçeklikte etkin olan yasalara yükseltilmesinden başka bir şey değildir; ne var ki proletaryanın sınıf mücadelesinin anlamı, bu olgunun ötesine ulaşır. Esasında anlam, şüphesiz olgudan ayrılamaz; bununla birlikte, bundan böyle ne ezenleri ne de ezilenleri tanımaması anlamında, önceki tüm toplumlarınkinden farklılık gösteren bir toplumsal düzenin doğmasına yönelir. İnsan haysiyeti için bir hakaret olan ekonomik bağımlılık devrinin nihayete kavuşturulması için, ekonomik güçlerin kör gücü, Marx’ın da dediği gibi, insan haysiyetine daha tam bir biçimde denk düşen daha yüksek bir güç tarafından bozguna uğratılmalı ve yerinden edilmelidir (Kapital, cilt 3). Bu sebepten dolayı, güncel ekonomik ve toplumsal konjonktürü, gerçek güç ilişkilerini doğru bir biçimde hesap edip anlamak, doğru sosyalist eylem [ve] doğru taktikler için önkoşulları karşılamaktan asla daha fazlası değildir. Bu, kendi başına, doğruluğa dair bir ölçüt teşkil etmez. Yegâne geçerli kıstas, verili bir durumdaki eylem tarzının sosyalist hareketin özü olan bu amacı gerçekleştirmeye hizmet edip etmeyeceğidir. Dolayısıyla, bu nihai hedefe niteliksel anlamda farklı araçlar hizmet etmediğinden, bilakis, araçlar kendilerinde o hedefe doğru ilerlemeye işaret ettiğinden, bu tarihsel-felsefi sürecin onun yoluyla bilinçli ve gerçek bir seviyeye çıkartıldığı tüm araçlar geçerli sayılır; oysa böyle bir bilinci gizemlileştiren –sözgelimi, proletaryanın geçici maddi çıkarları şöyle dursun, yasal düzenin ve de “tarihsel” gelişmenin sürekliliğinin kabulü gibi– tüm araçlar reddedilecektir. Realpolitiğin onun için yıkıcı ve uğursuz bir tehdit oluşturduğu tarihsel bir hareket varsa şayet, bu sosyalizminki olacaktır.

Somut olarak bu [durum], varolan düzenle dayanışma içinde olan her hareketin böylesi büyük bir tehlike arz edeceği anlamına gelir. Her ne kadar içten gelen doğru inançtan kaynaklanabilseler de; dayanışma içinde olan filanca hareketin, somut bir amacın elde edilmesine yönelik kalıcı olmayan bir ittifaktan başka bir şey olmadığı, yalnızca geçici, anlık bir çıkarlar topluluğuna işaret ettiği [noktasında] ısrarlı protestolarımız, yine de, dayanışma duygusunun, dünya-tarihsel bilinci, beşeriyetinkendinin bilincine [öz-bilince] uyanışını zorunlu olarak gizleyen o bilinç formunda kök salacak olması tehlikesini bertaraf etmez. Proletaryanın sınıf mücadelesi sadece bir sınıf mücadelesi değil (eğer öyle olsaydı, gerçekte basit bir biçimde Realpolitik tarafından yönetiliyor olurdu), sayesinde beşeriyetin kendisini özgürleştirdiği, insani tarihin hakiki başlangıcına götüren bir araçtır. Her taviz, mücadelenin bu yönünü kusursuz bir biçimde gizlemiştir ve bu yüzden, –tüm olası kısa vadeli (fakat son derece problematik) avantajlarına rağmen– bu gerçek nihai hedefe ulaşılması açısından son derece zararlıdır. Mevcut toplumsal düzen sürdüğü sürece, yönetici sınıflar, bu şekilde kazanılmış olan ekonomik ya da politik avantajları açık ya da gizli bir biçimde karşılayan bir konumda kalmaya devam ederler. Böylesi “telafi edici” tedbirler, mücadelenin sürekliliğini sağlayan koşulları etkili bir biçimde geriletir; çünkü taviz, besbelli ki direnme halini güçsüzleştirecektir. Dolayısıyla, sosyalizm içindeki taktiksel sapmalar, diğer tarihsel hareketlere mahsus örneklerden daha temel bir öneme sahiptir. Dünya tarihinin anlamı taktiksel ölçütü belirler ve bu da, tek başına amaca götüren bir tarih felsefesi tarafından tayin edilmiş doğru eylemin dar ve sarp yolundan çıkar sebebiyle sapmayan kişinin tüm eylemlerinin sorumluluğunu üzerine aldığı tarihin huzurundadır.

*

Yukarıda söylenilen şeyleri, aynı zamanda etik probleme bir cevap keşfetmiş olduğumuz, doğru taktiğe bağlılığın kendinde etik olduğu gerçeğinin izlediği görünmektedir. Ancak bu noktada, Marksizm içindeki Hegelci mirasın tehlikeli yanları aşikâr hale gelir. Hegel’in sistemi etikten yoksundur; onun eserinde etiğin yerini, içinde toplumsal felsefesinin doruğa ulaştığı maddi, tinsel ve toplumsal iyilerin bir sistemi alır. Aslında Marksizm, (sözgelimi, Kautsky’nin Etik ve Materyalist Tarih Kavrayışı başlıklı kitabında gördüğümüz gibi) bu etik formunu Hegelci değerlerdense sadece başka “değerler”i ortaya koyarak, ve de –eylemin içsel saiklerine bakmaksızın– toplumsal anlamda doğru “değerler”e ve toplumsal anlamda doğru amaçlara yönelik bir araştırmanın –etiğe ilişkin sorunun yalnızca toplumsal anlamda bu doğru amaçlardan kaynaklanabileceği açık olmasına rağmen– bu suretle kendinde etik olup olmadığı sorusunu ortaya atmaksızın devralmış olur. Bu noktada ortaya çıkan etik sonuçları inkâr eden kişiler, aynı zamanda onların etik olanaklılığını da inkâr ederler ve en ilksel, evrensel psikolojik olgularla çatışma içine girerler: Vicdan ve sorumluluk duygusu. Tüm bu kişilerin meşgul oldukları şey, öncelikli olarak bir kimsenin ne yaptığı ya da istediği (eş deyişle, toplumsal ve politik eylemin normlarınca yönetilen şey) değil, yaptığı ya da istediği şeyin ve onu neden yaptığı ya da istediğinin nesnel açıdan doğru mu yoksa yanlış mı olduğudur. Gelgelelim, bu neden ve niçin soruları ancak bireysel durumlarda ortaya çıkabilir; bireysel olanla ilişkisi haricinde, kesin çözümü ancak insan gruplarının kolektif eyleminde bulunabilecek olan nesnel doğruluğa dair taktiksel soruyla keskin karşıtlık içinde herhangi bir anlama sahip değildir. Öyleyse, karşı karşıya kaldığımız soruyu şu terimlerde ifade edebiliriz: “Bireyin vicdanı ve sorumluluk duygusu, taktiksel anlamda doğru kolektif eylem problemiyle nasıl ilişkilidir?”

Bu noktada karşılıklı bir bağımlılığı tesis etmek, tam da ilişkili olan iki tip eylem özsel olarak birbirlerinden bağımsız oldukları için en önemli şeydir. Bir taraftan, taktiksel anlamda verilmiş bir kararın doğru ya da yanlış olup olmadığı sorusu, kararın ona uygun bir biçimde edimde bulunanlar tarafından ahlaki saiklerce belirlenmiş olup olmadığı sorusundan bağımsızdır. Diğer taraftan, en saf etik kaynaktan hasıl olan bir eylem, taktiksel bir duruş noktasından bakıldığında tamamen hatalı olabilir. Bununla birlikte, bu birbirlerinden bağımsız oluş, gerçekte değil, görünüştedir; zira, –daha sonra göreceğimiz gibi– bireyin saf anlamda etik temelli eylemi onu politika alanına bir kez soktuğunda, bunun nesnel (tarihsel-felsefi) doğruluğu ya da yanlışlığı bile bir etik kayıtsızlık meselesi olamayacaktır artık. Üstelik kolektif bir eylem, sosyalist taktiğin tarihsel-felsefi yönelimi nedeniyle, (çok sayıda bireysel irade bir kez bir araya geldiğinde) o tek bireysel iradede ortaya çıkmalı ve –özellikle, nihai hedefe ilişkin ilgideki dolaysız bir avantajın zorunlu reddinin başka türlü imkânsız olacağından– hüküm süren tarihsel-felsefi bilinç de kendisini onda ifade etmelidir. Problem şimdi şu ifadelerle ortaya koyulabilir: Sahip olduğu zorunlu tarihsel-felsefi bilincin doğru politik eyleme, eş deyişle kolektif bir iradenin tamamlayıcı unsuruna dönüştürülebileceğine ve aynı zamanda o eylemi de belirleyebileceğine dair kararı bireyde uyandıran etik değerlendirmeler nelerdir?

Tekrar vurgulayacak olursak, etik bireyle ilişkilidir ve bu ilişkinin zorunlu sonucu; bireyin vicdanının ve sorumluluk duygusunun, kişinin sanki eylemlerinde ya da eylemsizliğinde dünyanın yazgısının değişebilirliğine –öyle ki, benimseme niyetinde olduğu taktik bu durumu kaçınılmaz bir biçimde destekler ya da engeller– bağlıymış gibi eylemek zorunda olduğu postülasyonuyla yüzleştiği gerçeğidir (zira, etik alanda tarafsızlık ve yansızlık yoktur; hatta eylemde bulunmaya gönülsüz olan kişi bile, kendi edilginliğine dair bu vicdanın hesabını verebilmelidir). Bu sebepten dolayıdır ki, günümüzde komünizmi seçen herkes, mücadelede kendisi için ölen tek tek her insana ve de tüm insanlara karşı, sanki onların hepsini bizzat kendisi öldürmüş gibi, aynı bireysel sorumluluğu taşımaya mecburdur. Bununla birlikte, diğer tarafa, kapitalizmin savunulmasına katılan herkes, besbelli eli kulağında olan yeni emperyalist öç peşindeki savaşların yol açacağı yıkım ve de milletlerin ve sınıfların gelecekteki baskıları karşısında aynı bireysel sorumluluğu taşımak zorundadır. Etik duruş noktasından bakıldığında, hiç kimse, yalnızca bir birey olduğu, dünyanın yazgısının ona bağlı olmadığı mazeretiyle sorumluluktan kaçamaz. [Dünyanın yazgısının] kesinlikle bireye bağlı olacağı olgusu her zaman için muhtemel olduğundan, bunun nesnel bir biçimde tam olarak bilinemeyecek olması bir yana, bu düşünme tarzı, tam da etiğin özü tarafından, vicdan ve sorumluluk duygusu tarafından da imkânsızdır. Verdiği karar böylesi bir değerlendirmeden çıkmayan kişi –her ne şekilde ileri derecede gelişmiş bir yaratık olursa olsun–, etik terimlerle ifade edildiğinde ilkel, bilinçsiz, içgüdüsel bir düzeyde varolur.

Gelgelelim, bireysel eyleme ilişkin bu saf anlamda formel ve etik tanımlama, taktik ile etik arasındaki ilişkiye yeterince açıklık kazandırmaz. Kendi içinde etik bir karar veren birey sonrasında belli bir taktiksel gidişatı takip ettiğinde ya da reddettiğinde, özel bir eylem düzeyine, politika düzeyine geçer ve de –saf etiğin duruş noktasından– eyleminin ayırt edici özelliği, onun hangi şartlar altında ve nasıl eyleyeceğini bilmesi gerektiği sonucunu gerektirir. Dolayısıyla, argüman içerisine dahil edilen “bilgi” kavramı daha fazla aydınlatılmaya ihtiyaç duyar. Bir taraftan, “bilgi” hiçbir şekilde fiili politik duruma ve onun tüm olası sonuçlarına dair bütünsel bir anlama olarak ele alınmazken; ne de, diğer taraftan, ilgili bireyin “gücü yettiğince ve iyi niyetle” eylediği yer olan saf anlamda öznel düşünümlerin bir sonucu olarak kabul edilebilir. Eğer ilk durum söz konusu olsaydı, tüm insani eylemler baştan imkânsız olurdu; ikincisi olsaydı, o zaman da aşırı ciddiyetsiz ve saçma olacağı açık olurdu ve her ahlaki ölçüt yanıltıcı hale gelirdi. Zira bireyin ciddiyeti ve sorumluluk duygusu –söz konusu bireyin, eylemlerinin sonuçlarını bilebildiği zımnen kabul edilmek suretiyle– her eylem için ahlaki bir ölçüt teşkil etse de, bu bilgi ışığında kendi vicdanına karşı bu sonuçlardan sorumlu olup olmadığı sorusu ortaya çıkar. Bu nesnel olanaklılık hiç kuşkusuz bireye göre ve durumdan duruma değişiklik göstermekle birlikte, esas olarak, hem birey için hem de durumdan duruma daima belirlenebilir. Hatta şu an bile, her sosyalist için sosyalizmin toplumsal idealinin fiili tarihsel-felsefi baskısı, hem o ideali gerçekleştirmeye dair nesnel olanakların içeriğini, hem de olanaklılık ölçütünün bizzat mümkün olması gerektiği yönündeki olgunun kendisini belirler. O halde, her sosyalist için ahlaki anlamda doğru eylem, temelde verili tarihsel-felsefi duruma ilişkin doğru algıyla ilişkilidir; öyle ki, bu durum da ancak, her bireyin bu öz-bilinci kendisinin bilincinde kılan çabalarıyla mümkündür. Bunun için ilk ve kaçınılmaz önkoşul, sınıf bilincinin oluşumudur. Doğru eylemin otantik, doğru bir düzenleyici haline gelmesi için, sınıf bilincinin kendisini salt verili olanın seviyesinin üzerine çıkarması gerekmektedir; dünya-tarihsel misyonunu ve sorumluluk duygusunu hatırlamak zorundadır. Zira, elde edilmesi sınıf-bilinçli eylemin içeriğini meydana getiren sınıf çıkarı, ne bir sınıfa mensup bireylerin şahsi çıkarlarının toplamıyla ne de kolektif bir varlık olarak sınıfın dolaysız kısa vadeli çıkarlarıyla uyuşur. Sosyalizmi gerçekleştirecek olan sınıf çıkarları ile içinde bu çıkarların ifadesini bulduğu sınıf bilinci, dünya-tarihsel bir misyona işaret eder; ve dolayısıyla, yukarıda bahsi geçen nesnel olanaklılık, “tarihsel moment, hakiki gerçekleşim aşamasına yol gösteren –ya da bundan ziyade, istikrarlı yaklaşım aşamasından [bu] hakiki gerçekleşim aşamasına sıçrayan– aşamaya halihazırda varmış mıdır?” sorusunu da aynı zamanda içerir.

Ne var ki, her birey, tam da konunun doğası gereği, yalnızca bir olanaklılığa göre konuşabileceğimizin farkında olmak zorundadır. Gökbilimcinin bir kuyrukluyıldızın görünüşü üzerine tahminini belirleyen tamlık ve kesinlikle, topluma dair konuşabilen bir beşeri bilimi kavrayamayız: Bugün, sosyalizmin ilkelerinin gerçekleştirilme zamanı geldi çattı. Keza, şunu söyleyebilecek bir bilim de mevcut değil: Bugün zaman henüz uygun değil; beklememiz lazım, yarın ya da önümüzdeki iki yılda uygun olacak. Bilim, bilgi sadece olanakları gösterebilir –ve ahlaki, sorumlu eylemin, hakiki anlamda insani eylemin kendisi yalnızca olanak alanında mümkündür. Bununla birlikte, bu olanağı kavrayan birey için, şayet o bir sosyalist ise, seçim yapmaya ya da tereddüte yer yoktur.

Bu yolla ortaya çıkan eylemin, zorunlu olarak ahlaki açıdan mükemmel ve kusursuz olması gerektiğini herhangi bir şekilde öne sürmek değildir bu. Etiğin hedefi doğru eylem için reçeteler icat etmek değildir, ne de insanın yazgısının aşılamaz, trajik çelişkilerini ortadan kaldırmak ya da inkâr etmektir. Tam tersine, etik öz-farkındalık, kendine suçluluk yüklemeksizin eylemde bulunmanın imkânsız olduğu durumların –trajik durumların– bulunduğunu tam anlamıyla açık kılar. Ama aynı zamanda bu bize, maruz kalınan iki çeşit suç arasında seçim yapmakla karşı karşıya kalındığında bile, hâlâ doğru ve hatalı eylemle ilişkili bir ölçütün olduğunu görmemiz gerektiğini öğretir. Bu ölçütü biz, feda etme diye adlandırırız ve tıpkı iki suç şekli arasında seçimde bulunan bireyin sonuç olarak daha yüce bir idenin sunağı üzerinde kendi alt benliğini feda ettiğinde doğru bir seçimde bulunduğu gibi, aynı zamanda böylece, kolektif eyleme göre bu feda etmeyi değerlendirme gücünü de elde eder. Gelgelelim, ikinci durumda ide, dünya-tarihsel duruma dair bir imperatifi, tarihsel-felsefi bir misyonu temsil eder. 1904’ten 1906’ya kadarki Rus Devrimi sırasında terörist grubun lideri olan Ropşin (Boris Savinkov)[1], romanlarından birinde bireysel terör problemini şu terimlerle ifade eder: “Cinayete izin verilmez, mutlak ve bağışlanamaz bir günahtır o, ama kaçınılmaz biçimde gereklidir; [cinayet] işlenemez, fakat yine de işlenilmelidir.” Aynı kitabın başka bir yerinde o, teröristin eyleminin (imkânsız olan) gerekçelendirilmesini değil de nihai ahlaki temelini, kardeşleri için sadece kendi yaşamını değil, aynı zamanda saflığını, ahlakını, hatta ruhunu feda etmesi olarak görür. Başka bir deyişle, cinayetin hiçbir koşul altında onaylanmayacağını gözükara bir biçimde ve herhangi bir çekincesi olmaksızın kabul eden kişi ancak, gerçek –ve trajik– anlamda ahlaki olan öldürücü eylemi üstlenebilir. En derindeki insani trajedinin anlamını Hebbel’in Judith’inin karşılaştırılamaz derecede güzel sözleriyle ifade edecek olursak: “Benimle bana emredilen eylem arasına günahı tanrı yerleştirmiş olsa bile, ben kimim ki, ondan kaçabileyim?”

Çeviri: Güçlü Ateşoğlu

* Georg Lukács, “Tactics and Ethics”, Political Writings 1919-1929, İng. çev. Rodney Livingstone, New Left Books, Londra, 1972. Bu metin ilk defa 1919 yılında, Budapeşte’de, “Taktika és Etika” başlığıyla Macarca yayımlanmıştır. Çevirinin Macarca aslıyla karşılaştırılmasında sevgili Ateş Uslu’nun, son halini almasında ise sevgili Doğan Barış Kılınç’ın yardımlarının ve eleştirel değerlendirmelerinin olduğunu belirtmeden geçemem; kendilerine müteşekkirim –çev. n.
Bu yazı, Baykuş: Felsefe Yazıları Dergisi‘nin Felsefe ve Devrim dosya konulu Haziran 2009 tarihli dördüncü sayısında yayımlanmıştır.

* Burada, 1815-1830 yılları arasında Fransa’da Bourbon Hanedanının başta olduğu döneme gönderme yapılmaktadır –çev. n.

[1] Boris Savinkov (1879-1925). Lukács için özel öneme haiz olan [eserleri] Bir Teröristin Hatıraları ile Hiçbir Zaman Gerçekleşmemiş Olan: Bir Devrim Romanı’dır. İkinci eser, Rus devrimcilerinin dünyevi olmayışını konu etmektedir. Paul Ernst’e 4 Mayıs 1915 tarihli bir mektubunda Lukács şöyle yazar: “Ropşin’in kitaplarını sanat eserlerinden ziyade belgeler şeklinde ele almakla, onları hiç de patolojik arazlar olarak görmedim; bunun yerine, birinci derecede bir etik (kurumlara karşı yükümlülük) ile ikinci derecede bir etik (ruha karşı yükümlülük) arasındaki eski çatışmanın yeni bir bildirimi olarak görmüştüm. Ruh ne zaman kendisine yeterli olmayıp –politik insan, bir devrimci örneğinde olduğu gibi– beşeriyetle meşgul olursa, öncelik sorunu da özel diyalektik bir güçlüğü daima üstlenir. Şayet burada ruh muhafaza edilecekse, feda edilmelidir: Mistik bir etikten başlanırsa, kişi zalim bir Realpolitiker olmaya ve kurumlara karşı hiçbir yükümlülük gerektirmeyen “Öldürmeyeceksin!” mutlak emrini ihlal etmeye zorlanır –İng. çev. n.