aydinlanma-devrim-ve-romantizmaee8af8fb1efa177e6892f6da984056c

Dönemin Ruhu Olarak Politikleşme

NAGEHAN YANAR

“Her bir dönem, her bir halk, öyle kendine özgü koşullar içindedir,
öyle bireysel bir durum gösterir ki,
ancak o durumun içinde o duruma göre karar verilmesi gerekir
ve ancak böyle karar verilebilir.”
Hegel

Hegel’in görüşünde yazar, yazdığı dönemin bir parçasıdır ve içinde yaşadığı toplumun tinini yansıtır. Sahip olduğu biricik koşullarla birlikte bir toplumu toplum yapan her şeyi kapsar bu tin. Politik gelişmeler ise buna dâhildir. Dolayısıyla, felsefe sadece art arda sıralanan düşünceler ağından ibaret değil; zira filozofun içinde yaşadığı düzenin politik, kültürel ve dinî değerlerini yansıttığı kabul edilen bir gerçektir. Frederick C. Beiser, Aydınlanma, Devrim ve Romantizm isimli kitabında, 1790’lardaki Alman düşüncesini ve felsefesini bu dönemde yaşanan politik gelişmeler bağlamında okumaya çalışır. 1790’larda felsefede ortaya çıkan politikleşme Fransız Devrimi’nin büyük gölgesi altında gelişmişti. Kant, Herder, Fichte, Forster, Humboldt, Schlegel, Wieland ve Novalis ürettikleri eserlerde politika alanının gerçeklerinden ilham alarak dönemin tinini bütünüyle yansıtan isimlerdi.

Kitabın girişinde Beiser, on sekizinci yüzyılda Alman aydınlanmacılarının (Aufklärer) veya filozoflarının apolitik olmadığını, aksine, “özünde pratik ve politik bir hareket” bilinciyle hareket ettiklerini ifade eder. Fransız Devrimi’yle gelen toplumsal karmaşa, filozofların politikayla iç içe bir yaşam sürmesine yol açmıştı. Ne var ki, toplumda yaşanan büyük değişimler karşısında Almanya’da düşünürler, felsefe ve edebiyatı bir terbiye ve eğitim aracı olarak görüyordu. Fichte, Schiller, Wieland, Novalis ve Schlegel vaktinde gazetecilik yapmışlardı bu amaç uğruna. Beiser, bu isimlerin kendi felsefelerinde önemli bir rol oynayan politikleşmeye dikkat çeker ve 1790’larda var olan üç karşıt politik geleneği ele alır: Liberalizm, muhafazakârlık ve romantizm. Beiser bu akımları, temsilcileri olan filozoflarla birlikte değerlendirerek apolitik olmakla eleştirilen veya felsefesinde politikaya çok az yer verdiği iddia edilen Schiller ve Kant gibi isimleri haklarında yapılan hatalı çıkarsamalardan da kurtarmaya çalışır.

1790’larda Almanya’da düşüncenin politikleşmesi siyasi partilerin kuruluşu anlamına gelmiyordu. Filozofların toplumun yönetim biçimine dair fikirlerini beyan etmeleri, özgürlük savunuculuğu yapmaları ve otoriterliğe karşı çıkmaları, ideoloji savaşlarının veya partileşmenin doğurduğu sonuçlar değildi. Almanya bu dönemde henüz böyle bir siyasal düzene sahip değildi. Tarihselci kavrayışın yükselişiyle birlikte amaç artık belliydi: Toplumları sabit yahut ebedî standartlar ışığında değerlendirmek yerine, her toplumun kıyaslanamaz biricik değerlere sahip olduğunu kabul etmek ve bu eşsiz kültürel değerler doğrultusunda her birini kavramaya çalışmak.

On sekizinci yüzyılın sonunda Alman düşüncesi üzerinde dönemin ruhu olarak gezinen politikleşmenin en güçlü yansımalarından biri Kant felsefesinde görülmüştü. Beiser, çalışmasında, Kant hakkında doğruyu yansıtmayan iki çıkarımın altını çizer. Birincisi, Kant’ın politika felsefesini, epistemolojisinin ve etiğinin nihaî bir sonucu olarak düşünmek. İkincisi, filozofun politik görüşlerinin Fransız Devrimi’yle ortaya çıktığını varsaymak. Hâlbuki devrim kendi düşüncelerini sistematik hâle getirmesine ve yayımlamasına vesile olmuştu onun için. Felsefesinin politikleşmesi 1762 ve 1765 yılları arasında yaptığı Rousseau okumalarının sonucunda gerçekleşmiş ve ahlak felsefesi bu okumaların etkisinde gelişmişti. Beiser, Kant’ın en üretken dönemi olarak kabul ettiği 1765 yılının Sonbaharında ortaya konan düşüncelerin politik amaçlar uğruna tasarlandığını ifade eder ve devrimden önce politikleşmeye çoktan meyilli olan bir Kant portresi çizer. “Rousseau’nun insanların yalnızca kendi yaptıkları yasalara uymak zorunda olduklarını öne süren volonté général[genel irade] düşüncesi, Kant için bilhassa önemliydi. Kant’ın yeni etiği, otonomi kavramını ortaya çıkıyordu” (s. 56).

Kant’taki otonomi kavramı, Rousseau’nun genel irade düşüncesinden bir mirastır. Beiser, filozofun politikleşme sürecini daha iyi kavramak amacıyla dönemin Takdir-i İlahi inancına değinir. İnsanlar hâlihazırda ilâhî bir güç tarafından oluşturulan düzene itaat etmek yerine, bu düzen kendi iradelerinin isteklerine göre oluşturulmalıydı. Düzen, bize sunulan bir şey değil, bizim talep ettiğimiz bir şey olmalıydı. Kant, böylelikle özgürlük düşüncesine sıkıca sarılmıştı.

Aydınlanma, Devrim ve Romantizm, Fichte’nin biyografisi ile felsefesinin politikleşmesi arasında sarsılmaz bir bağ kurar. 1790’ların bir diğer kuvvetli figürünün yaşam öyküsü, gençliğinden itibaren kendi felsefesinde filizlenecek olan eleştirel tavrın nedenlerini gösterir. Fichte yoksulluk içinde bir yaşam sürdürmüştü daima; ancak toplumdaki adaletsizliklerin, devlet yönetimindeki ve toplumdaki yozlaşmanın farkındaydı. Fichte için yaşam o kadar büyük maddi imkânsızlıklarla doluydu ki, geçimini sağlamak amacıyla hakkında hiçbir şey bilmediği Kant felsefesi üzerinde ders vermeyi kabul etmekten başka çaresi yoktu. Yine fakirliğin kendisini derinden incittiği bir vakit, nişanlısından para istemek zorunda kalmıştı ve duygularını şu şekilde ifade ediyordu: “Elimde cesaretimden başka hiçbir şey kalmadı” (s. 129). Diğer yandan Fichte, toplumun bir eğitmeni olabileceğine dair kendini ikna etmişti: “Kendimle alakalı tek bir özlemim, tek bir ihtiyacım, tek bir düşüncem var: Benim dışımdaki dünya üzerinde edimde bulunmak. Ne denli edimde bulunursam, kendimi o denli mutlu addedeceğim” (s. 127). Bunun yanı sıra, Beiser, en büyük eseri sayılabilecek Bilim Öğretisi’nde onun amacının, “Fransız Devrimi’nin ideallerini açıkça ortaya koyup açıklamak” olduğunu söyler (s. 103). Tüm ayrıntılarıyla birlikte bu çalışmayı yakın okumaya tâbi tutarak, filozofun felsefesindeki politikleşmeyi incelemeye devam eder.

Schiller, kendi felsefesine dair hatalı çıkarımlarda bulunulan bir diğer isimdi. İddia edildiği gibi Schiller, yaşamının bir döneminde devrim fikrini desteklese de, daha sonra politikadan uzaklaşarak sanatın yumuşak kanatları altına sığınmıştı ve sözde apolitik bir düşünür hâline gelmişti. Beiser kitabında, uzun yıllardır süregelen bu yanlış yorumları Schiller’in felsefesine sirayet eden politikleşmeyi inceleyerek düzeltir. Filozof, devrim fikrinden Bastille baskınından sonra vazgeçmişti vazgeçmesine; ancak, kaleme aldığı İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine Mektuplar’ı 1790’ların politik felsefesini anlamak için büyük bir kaynaktı. Bu eserde amaç, devrimin toplumda yarattığı hayal kırıklıklarını telafi etmek düşüncesiyle toplumsal ve politik sorunlara bir çözüm sağlamaktı. Dahası, eser “Cumhuriyetçi bir anayasanın temeli olarak tasarlanmıştı” (s. 162). Dolayısıyla, Schiller sanat anlayışında politikayı hiçbir zaman dışlamamıştı. Sanata iyileştirici bir güç atfediyordu. Beiser, filozofun İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine Mektuplar’ında sanata atfettiği bu iyileştirici ve eğitici yönü tüm ayrıntılarıyla sorgular.

“Erken Dönem Alman Romantizmi” bölümünde milliyetçiliğin ve tarihselciliğin kurucusu olarak gösterilen Herder’in politika felsefesi ele alınır. Herder’e atfedilen milliyetçilik anlayışı günümüz milliyetçiliğinden nasıl farklıydı? Herder tarihselcilik kavramının kökenini nerede bulmuştu? Tarihte milli edebiyatların kuruluşunda rolü neydi? Beiser tüm bu soruların yanıtlarını, filozofun hem erken dönem hem de olgunluk dönemi metinlerinde arar. Herder, ulus devlet anlayışını ve kültürel üstünlüğü savunmamıştı hiçbir zaman. Her kültürün eşsiz biçimde özel değerlere sahip olduğunu düşünmesi, toplumsal ve politik kurumları tarihin bir ürünü olarak kabul etmesi sebebiyle ideal devlete inanmamış ve bu yüzden bir devlet teorisi geliştirmemişti; fakat devletin, bireylerin kendilerini gerçekleştirmek için aktif bir role sahip olması gerektiğini iddia etmişti.

Beiser, Alman muhafazakârlığının Aydınlanma’ya karşı bir tepki olarak ortaya çıkmadığının altını çizer. 1790’larda Aydınlanma’yı gönülden destekleyen muhafazakârlar olduğu gibi, buna karşı gelenler de vardı. Muhafazakâr düşünürler şu noktayı ısrarla vurguladı: Toplum “soyut ilkeler” ve “genel bir plan” ışığında reforma uğramamalı, çünkü “Camdan bir saray inşa etmek için kendi köhne kulübesini yıkan kişinin sonunda eline geçecek olan şey bir harabeden başka bir şey olmayacaktı” (s. 443). Ayrıca Beiser, bu akımın temsilcilerinin sıklıkla maruz kaldığı bir önyargıyı kırmak ister: Muhafazakâr düşünürler zihinsel ve entelektüel olanın karşıtı değildi; ilkelerin ve yasaların, ulusun kültür, gelenek ve coğrafyasının birikiminden hareketle kurulması gerektiğine inanıyorlardı. 1790’lar Almanya’sında muhafazakârlık güçlü bir entelektüel yöne sahipti. Bu güçlü akım, liberalizm gibi siyasi bir partiye sahip değildi yahut bir ideoloji anlamına gelmiyordu. Bunun yanı sıra, görüş farklılıkları hüküm sürüyordu muhafazakârlar arasında. Bazı isimler, liberaller gibi dinî hoşgörü ve düşünce özgürlüğü gibi değerleri savunurken, sansür ve otorite savunuculuğu yapanlar da vardı. “Devletin amacının yalnızca tebaasının haklarını korumak değil, aynı zamanda refah, din ve ahlakını geliştirmek olduğuna inanmaya devam ediyorlardı” (s. 442-3). Alman muhafazakârlığının ilk büyük savunucu olan Justus Möser’in politika felsefesinin Aydınlanma’nın değerleriyle çarpışan yönlerini anlatır Beiser. Eşitlikçilik, kozmopolitanizm, bireycilik ve rasyonalizm kavramları yerine hiyerarşik toplum fikrini öne süren Möser, mekanik devlet kavramsallaştırması öğretisini ilk kez sorgulayan isimdi.

Son kertede, Hegel’in ifadesiyle, birey gibi halk da basamaklardan geçer, aşamalar kat eder. 1790’larda Fransız Devrimi’nin etkisiyle beraber düşüncenin politikleşmesi felsefeyi büyük ölçüde etkilemişti. Bu dönemde politik gelişmelerin dayattığı yeni aşamaların, yaşanan değişimlerin ve yürünmesi kaçınılmaz olan basamakların bilincinde olan filozoflar, devletin amacı, rolü ve sınırları konusunda derin bir tefekkür süreci geçirdi. Dolayısıyla on sekizinci yüzyıl ve Fransız Devrimi boyunca Alman düşüncesinin apolitik olduğuna dair hatalı çıkarım, Beiser’in Aydınlanma, Devrim ve Romantizm kitabıyla birlikte açıklığa kavuşur.