Modern Felsefedeki Araç Sade’ın Pornografisi mi?*
ALİ AKAY
Marquis de Sade, dünyada felsefenin pek çok alanında önemli eserler veren yazarların kalemine konu olmuş bir yazardır. Eserlerinin yazıldığı 18. yüzyıl sonu Fransa’sı, dünyaya Aydınlanma ile birlikte Devrimi sunan bir ortamı bize göstermektedir. Fransız düşünürü Jean-Jacques Rousseau’daki gibi, Devrimin “toplumsal sözleşme” biçiminde sosyolojik olduğu kadar, Cumhuriyet rejimlerinin kurucu ilkesi olan kavramlarla da birlikte ele alındığı Sade’ın önemli yerini anlamalıyız; öyle ki, bir yandan onun düşüncesi sadece pornografik bir edebiyat eseriyle sınırlı olarak ele alınamaz ve zaten kitapları okunduğunda ve de özellikle Yatak Odasında Felsefe kitabı söz konusu olduğunda, kitabın adından da anlaşılabileceği gibi, en başta söz konusu olan şey felsefedir. Diğer yandan, felsefî önermelerinin dışında gibi yer alan pornografik tasvirlerse bir süsleme ve hatta grotesk bir abartıyla alaydır. Bu sahnelerin daha çok bir alay ve abartı olarak okunmasıdır doğru gözüken; çünkü bu satırların dışında edebî olduğu kadar felsefî bir düşünceye yer verilmektedir. Ancak bu felsefî düşünce Aristotelesçi bir katharsis içinde gösterilmektedir; Yunan felsefesinin de bir tür modern devamı olarak okunabilmektedir: O hâlde, Sade’ın diyalogları da Sokrates’in diyalogları gibi görülmelidir. Sade konuşturduğu kahramanlarına eğitici bir rol yüklemiştir. Bu diyaloglar o anlamda felsefî diyaloglardır; o diyaloglara felsefe dışı bir önermeler dizisi olarak pornografiyi ekleyen Sade, bu şekilde katharsis eylemini yeniden düşünmektedir. Okuyucuyu şaşırtmayı ve genelgeçer Hıristiyan ahlâk kuralları içinde erdemin yetersizliğine değinmektedir. “Erdemle Kırbaçlanan Kadın” bu anlamda önemli görünmektedir ve iki kız kardeşten erdemlinin adına tekabül etmektedir: Justine. Başka bir deyişle Sade, kahramanı için adil olan anlamındaki bir ismi kullanmaktadır. Bu zavallı kızın başına gelmeyen kalmamıştır. “Tanrı mümkün dünyalar arasında en iyisini yaratmıştır” diyen Leibniz’i eleştiren Voltaire’in, Candide adlı eserinde, papaz Pangloss’a inanarak başına gelen kalmayan saflık timsali Candide gibi bir kadere sahip olmuştur Sade’ın eserindeki Justine de: Papazlar onun ırzına geçerler, onu kandırırlar. Erdem kandırılmanın ve zavallılığın bir kaderi olarak gözükmektedir. Hâlbuki diğer kızkardeş Juliette, erdemsizliğe güvenerek Saray çevresinde önemli yerlere ulaşmıştır. Kız kardeşinin zavallılığı karşısında Juliette’in ihtişamlı ve güçlü yaşamı dikkat çekicidir. Tıpkı 1960’lı yıllardan hatırlayabileceğimiz Michelle Mercier’nin canlandırdığı Anjelik karakteri gibidir Juliette: Fakir bir kızın libertinaj sayesinde Fransız aristokrasisi içindeki yükselişinin hikâyesidir. Bu bakımdan Sade’ın hikâyelerinin bir gerçekliği de vardır. Fransız toplumunun 18. yüzyıl sonundaki çöküşünün hikâyesidir bu. Ve aynı zamanda vatandaşlarına hitap etmektedir: Bu kokuşmuş rejimin ahlâk değerlerine rağbet etmeyin! Bu önerme Alman filozof Nietzsche’nin de felsefesini oluşturmaktadır; başka türlü söylemeye kalkarsak, Nietzsche’nin felsefesinde bir Marquis de Sade yatmaktadır. Değerlerin aşılması için Batı toplumlarının ahlâk normlarını teşkil eden Hıristiyan felsefesinin erdem fikrinden uzaklaşmak gerekmektedir; bu Nietzsche için erdem değilse de iyiliktir. İyiliğin ve kötülüğün ötesinde düşünmek mecburiyetine gelinmiştir: Bunu modernlik talep etmektedir. Modern olmanın, öncü olmanın değerleri yerleşmiş normlardan ve yasalardan uzaklaşmakla başarılabilecek bir şeydir. Moderrnlik yasaların gelenekselleşmesine karşın, yeni değerleri ve bunun üzerinden de yeni yasaları ortaya koymak zorunda kalacaktır. Sade ile Nietzsche’nin ve de modern felsefenin değerler dünyası bu normlarda düşünülmelidir.
Sade da, Nietzsche gibi olumlayarak yazmaktadır, kahramanlarını bu şekilde konuşturmaktadır; öyle ki izah ediş tarzı, teorik geliştirmelerinin yazıdaki tekabülü hep aynı sorunlar üzerine dönerek işlemektedir. Fransız edebiyatçısı ve filozof Maurice Blanchot’ya göre, Sade “konuya her tarafından eğilmekte ve bakmaktadır. Her türlü itirazı incelemekte, onlara cevaplar hazırlamakta, ve başkalarını bulmaktadır.”[1] Anlaşılacağı gibi, kitapları bir düşünme sürecine tekabül etmektedir. Üslûbu “bolcadır, ama kesindir ve kurudur.” Blanchot’ya göre, Sade’ın ilk ilkelerinden biri, bu kadar kuru ve keskin bir üslûpta yazmasına rağmen tümleşen sağlam bir sistem ortaya koymamasıdır: Teorik araştırmaları her an yeni kırılganlıklar taşımaktadır; bütünleşememektedir ve sistemden kaçmaktadır; her an bir irrasyonelliğe doğru dönüşmekte ve rasyonelliği bir irrasyonelliğin gelişiminde ele almak istemektedir. Bu tip bir çalışma bize 19. yüzyıl Alman sistematik Hegelci felsefesinden çok, günümüz çağdaş sanatını yaratan sanatçıların araştırma yöntemini hatırlatmaktadır. Sorular sormak ama cevaplarını hemen arkasından sıralamamak, Hegelci ve hatta Marxçı felsefenin tam da karşıtıdır; çünkü hayat her cevabın rasyonel bir şekilde verilemeyeceği kadar karmaşıktır. 20. yüzyıl siyasî tarihi bunu bize öğretmiştir. Totaliter rejimlerin kurbanı olduktan sonra ancak bu durum sanatçılar tarafından anlaşılabilmiştir. İkinci ilkeyse, soruların ve bulunmaz cevaplarının karşısında cevaplar ararken soruların yeni sorulara ve cevapların da bir o kadar yeniden soru sormaya açık olduğunun farkına varabilmek. Sade’ın rasyonellik arayışı da kokuşmuş ve çökmüş bir ahlâk sistemi (Fransız Hıristiyan ahlâkının içinde yaşayan papaz ahlâkının değerleri) içinden yeni bir ahlâkın arayışını yapmaktır ve insanları nasıl şaşırtacağına karar verememiş olmak nedeniyle pornografiye yaslanmak Sade’ın araştırma yöntemini oluşturur gibi durmaktadır. Yazı baştan belli olan bir değerler sistemine dayanmaktan çok geleneksel rasyonelliği sorgularken, onu aşmaya çalışan ve hatta geleneksel değerleri yerle bir eden bir araştırmanın içinden o kadar da kolay çıkılamayacağının farkında olarak, sahnelerle dolu düşünce üretirken pornografik abartıyı kullanmak Sade’ın yazılarının karakterleri arasında sayılabilecektir. Bu irrasyonellikler sayesinde düşüncesi canlı kılınmak ve diri tutulmak amacına sahiptir. Üslûbu ancak bu irrasyonellikleri bir araya getirmeye çalışarak bir bütünlük oluşturmaya kalkarken, “bilinçdışı”ndan gelen karanlık güçlere bağlı olarak düşünmektedir. Psikanalizin kurucusu olarak kabul edilen Freud’un bilinçdışı kavramının, burada, Sade tarafından adlandırılmasa da, kulanıldığını fark etmekteyiz. Yine aynı şekilde, 20. yüzyıl düşüncesi içinde Marquis de Sade’ın psikiyatrik sapkınlıkları tasnif edişindeki bilimsel bakış psikiyatrlar tarafından selamlanmaktadır. Sade’ın edebiyatındaki düşünülmeden yazış tarzı onu bir bakıma Sürrealistlerin de yanına yerleştirmektedir. Bilindiği gibi, Sürrealist Manifesto’nun 1924 yılındaki yazarı André Breton, Sade’ın düşünülmemiş cümlelerinde olduğu gibi, bilinçdışını serbest bırakma eğilimindeydi ve “otomatik yazı” diye adlandırdığı yazı tekniğiyle insanların içinden gelen dürtüleri ortaya koymaya çalışmaktaydı. “Cadavres Exquises” adlı resim çalışmalarında sanatçılar, birbirlerinin yaptığı resimleri katlayarak görmeden ekler yapmaktaydılar. Bu, resim tarihinde bir devrim olarak kabul edildiği gibi, çağdaş resmin en büyük ustalarından biri olarak sayılan ve Venedik Bienali’nde aldığı ödül sayesinde 1950’li yıllarda dünyada Amerikan resminin öne çıkmasını sağlayan sanatçı R. Rauschenberg tarafından da, benzer bir yaklaşım hâlâ sürdürülmektedir. Ortak çalışmaları iskambil kartları gibi karıştırıp, lotarya çekilişlerinde olduğu gibi rakamlarla sıraladığı resimlerden bir tür dizi oluşturarak resimlerini birleştirmekte ve bu şekilde sergilemektedir. Bu tip modern çalışmalara baktığımızda Sade’ın yazı üslûbunu daha iyi anlayacağız. Grotesk bir pornografinin bir amaç değil, bir araç olduğunun farkına varacağız ve kitaplarını birer erotiko-pornografi olarak ele almak zorunda kalmaksızın, sanatsal ve siyasî-felsefî değeri üzerine tartışabileceğiz. Bugün önemli gibi duran, “Sade’ın porno bir yazar mı?” sorusunu sormaktan çok daha değerli olan başka bir soruyu beraberinde sormaktır: “Sade’ın doğa felsefesini pozitif hukuk karşısında savunmak mümkün müdür?” Rousseau’nun “iyi yerli” diye adlandırdığı yaban toplumu insanını modernliğin içine yerleştirmek doğru olacak mı? Bu soruların cevaplarından bazılarını 1950’li yılların “yapısalcı antropoloji” çalışmaları bize vermeye çalıştı: Claude Lévi-Strauss ve Pierre Clastres yabanlar karşısındaki Batılı insanın aczini zamanında bize sıklıkla gösterdiler.[2]
Okuyucunun Sade’ın geliştirmiş olduğu yazı üslûbu karşısında bir tür sıkıntıya düşeceği doğrudur; çünkü tam bir düşünceye sarılırken ardından bir evvelkiyle çelişki barındıran bir cümle gelmektedir; ancak bu araştırmanın bir parçası olarak düşünülmelidir. Tam anlaşılır kılınırken ardından gelen paradoks Marquis de Sade’ın düşünce ürününün bir parçası olarak ele alınmalıdır. Dolayısıyla Sade, suç işlerken aynı zamanda bunu da eleştirmektedir. Yoksa onun en siyasî metinlerinden biri olarak ele alınan ve genel kabul gören “Fransızlar, Cumhuriyetçi Olmak İçin Biraz Daha Çabalayın!” adlı metninin günümüzdeki versiyonu Jacques Derrida gibi dünya çapında bir filozof tarafından ele alınmazdı. Derrida, 21 ve 22 Mart 1996 tarihinde Strasbourg’daki Avrupa Konseyi’nde yaptığı konuşmanın adını Sade’a yaslanarak koymuştur. Avrupa Yazarlar Parlamentosu girişimiyle hazırlanan bu metnin adı, “Tüm Ülkelerin Kozmopolitleri Bir Çaba Daha!”dır.[3] Anlaşılabileceği gibi, Sade’ın günümüze kadar gelen siyasî ve felsefî bir etkisi vardır.
Sade’ın yukarıda söz konusu olan metni, Yatak Odasında Felsefe adlı Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanan kitapta bulunmaktadır: “Fransızlar, Cumhuriyetçi Olmak İçin Biraz Daha Çabalayın!”[4] Burada Sade, dinin getirdiği yobazlıklar ve sahtekârlıklara karşı vatandaşlarını uyardığında, Adorno ve Horkheimer’in Aydınlanmanın Diyalektiği’nde yazdıkları gibi, tam bir Aydınlanmacı ve eğitimci bir rol üstlenmektedir.[5] Aydınlanma düşünürü Condorcet’nin eğitim sayesinde, kadınların bile doğasının değişeceği fikrini döneminin kadın doğası değişmez fikrine karşı savunan taraftarlığına benzer bir tavır geliştirmektedir. Kitabın belki de şüphesiz en ilginç yanını oluşturur bu beşinci bölümün içindeki kısım. Yasalara sahip olunarak varılacak hedefe doğru varmanın, eğitim olmaksızın imkânsız olduğunu vurgularken Sade, batıl inançlara son darbelerin indirilmesi gerekliliğinden söz etmektedir.[6] Bunu “gerçekleştirirken köle olmaktansa ölmeyi yeğlemeliyiz” diye yazan Sade, eğer bir “kült lâzımsa, Romalılarınkini taklit edelim; onların çoktanrılılığına geri dönelim” fikrini savunmaktadır. Tam da bu metinde Sade, erdemin Hıristiyan bir erdem olarak kaldığında aşağılanacak bir şey olduğunu, hâlbuki “gerçek bir erdem”e ihtiyaç duyulduğunu vurgulamaktadır: “İnsan aydınlandığı ölçüde hareketin maddeye içkin olduğunu anladığı ölçüde, bu hareketi yaratacak bir failin gerekliliğinin yanıltıcı bir varlık olduğunu anladı; ve var olan her şey özü gereği hareket hâlinde olduğundan, devindirici gücün gereksizliğini hissetti.”[7] Bu tip bir toplumda suçun da azalacağını yazan Sade, “temellerini özgürlük ve eşitliğin”[8] oluşturduğu bir toplumda pek az eylem suç oluşturacaktır. Bu suçsuz bir dünyaya yapılan özgürlük yolculuğunun ütopyası olarak da okunabilir. Burada tam da bir bireycilik felsefesiyle karşılaşırız: “Kimse hemcinsini kendi gibi sevemez, çünkü bu doğa yasalarına tümüyle aykırıdır ve yaşamımızın tüm eylemlerini yöneten şey, doğanın tek bir organıdır; hemcinslerimizi kardeş gibi, doğanın bize verdiği dostlar gibi sevebiliriz ancak ve mesafeler ortadan kalktığında bağların da kaçınılmaz olarak sıklaştığı cumhuriyetçi bir devlette onlarla birlikte daha iyi yaşarız.”[9] Bu cümlelerle Sade, “başkasını kendin gibi sev” ilkesine karşı toplumsal ve felsefî tezini ileri sürmektedir. Biraz daha ileri giderek o, suçun kalmadığı bir toplumda cezanın da ortadan kalkacağını savunmakta ve “idam cezası”nın son bulması gerektiğini vurgulamaktadır; çünkü “ölüm cezası suçun devamını asla önleyememiştir.”[10] Bir insanı öldüren birinden ölümünü istemek, Sade’a göre, “olmayacak bir hesaptır.”[11] Özel mülkiyet karşısındaki tavrıysa, Proudhon’dan çok önce, Proudhoncudur. Hırsızlık eşitsizliklere karşı yapılan bir dengeden başka bir şey olarak görülemez.[12] Tam bir ütopya felsefesini izlemekten başka ne yapılabilir ki! Ama, hukukun temel konularından biri olan böyle bir hukuk felsefesini de göz ardı edemeyiz. Victor Hugo’nun Sefiller’deki kahramanına atfettiği rol de bu değil miydi? Hırsızlık açlık karşısında meşrulaşabilir; önemli olan aç insanlar bırakmamaktır.
1903 doğumlu Fransız filozof-yazarlardan biri olan Pierre Klossowski, Sade, Komşum Benim adlı kitabın yazarıdır. Bu kitap 1997 yılında Alphonso Lingis tarafından Fransızcadan İngilizceye çevirilmiştir.[13] Bu kitapta Klossowski, Sade’ın Fransız Devrimi içindeki devrimci rolüne dikkat çekmektedir. Bu dönemdeki iki insan tipinin karşı karşıya geldiğini belirtir yazar: Biri doğal insandır ve bu insan kendi sınavlarını vermiştir; “basit, ortalama insan” anlamında kullanılmaktadır bu doğallık. Bir de Aydınlanma’nın eğitici rolüne inanmış burjuvalar, aristokratlar, yazarlar, kafada veya pratikte libertinler vardır. Bunlar varoluşlarının geçici olduğunu ve değerlerin değişmekte olduğunu fark edenlerdir. Birinciler bu devrimci toplumsal dönüşümde iktidarı ele geçirmeye çalışırlarken, ikinciler Devrimi beklerken kendilerine has problematiği evrensel bir gereklilik olarak düşünerek, kabul ettirmeyi rüya edenlerdir. Sade bu ikinciler arasındadır. İktidara gelmek için değil, yok olmakta olan sosyal statülerine yeni değerler eklemeyi düşlemektedir. Bu nedenle Sade’ın hayalindeki insan çok biçimli hisler dünyasına sahip bütünleşmek isteyen insandır. Genel iradeye ve egemenliğe sahip olan halkın kendisinin çok biçimli hissiyat dünyası bunun tercümesidir. Oynak ve yapılaşmayan bir karakterler magması olarak insan yeni değerleri kuaracak olan insandır ve bunları daha kuramamıştır. Elindeki imkânların ve ayrıcalıkların alınmakta olduğunu hisseden aristokratlar arasında sayılabilecek ve kendisi de “garip” bir aristokrat olan Sade da kendisine benzetemeyeceği bir halkın farkındadır; ama bir tür eğitimciliğe de soyunmuştur. Sade, bunun için, dönemine ait suçları tasnif ederken yaygın enerjisini kullanarak “çağdaşlarının sanal suçluluğunu kendi kaderi yapmıştır.”[14]
Cornelius Castoriadis’in de belirtmiş olduğu gibi, “birey” diye adlandırılan kişinin özerkliğinin olduğu kadar yabancılaşmışlığının da göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Freud’un bir cümlesini hatırlatır: “İd neredeydi, oluşmak zorundayım”; Castoriadis, ben’in bilinçliliği, İd’in ise güdülerin olduğu yeri, yani bilinçdışını belirlediğini yazmaktaydı.[15] Bu anlamda, özerklik olarak, bilincin bilinçdışı karşısındaki üstünlüğünü kastetmek istiyordu, yani kendi özerkliğinin yasası başkaları tarafından yapılmış bir yasanın yerine geçen bir kendilik istencini belirlemektedir. O hâlde, yasalar özneler tarafından yapılmadığında özneler tebaalaşır, başkalaşır ve kendilerine de yabancılaşmaya başlarlar. Bilinçdışı bu anlamda, başkalarının yasasına boyun eğen bireyin bir kısmını teşkil etmektedir. Lacan’ın da yazdığı gibi, “bilinçdışı ötekinin söylemidir.” Yasa ötekinin bilinçdışını ortaya çıkarmaktadır. Başkalarının arzularına ve isteklerine bağlı kalarak işleyen bir birey çıkar karşımıza. Buna göre, bir ülkedeki sanatçıların duygulanımlarına hitap eden, ama onların benliklerini şişirirken onları yabancılaştıran bir etkiyi de ortaya çıkarmaktadır.[16] “Öteki” diye adlandırılansa, Castoriadis’e göre, bireyin kendisiyle ve kendi gerçeğiyle olan ilişkisini değil, hayalgücüyle olan bağını kurmaktadır. Özne veya birey kendi olmayan bir söyleme bağlı kalmak zorundadır ve bu durum onu yabancılaştırır. Kendi olmadığı bir kılığa bürünmeye başlar birey. O hâlde, bu şekilde, dünya ve bireyler birbirlerini etkileyen bir şekilde kılık değiştirir ve transvestileşirler.[17] Bu anlamda Freudcu “ben”, “oluş hâlinde” olmaktan başka çaresi olmayan bir şeydir ve bu nedenle de asla sabit olmayacaktır. Birey bir sonlunun süreci değil, sonsuza doğru açılan sonlu bir süreç olacaktır. Castoriadis’in bu açıklamasında kendi yasalarını kurmaya çalışan ve bunun içinde şiddetli bir mücadele veren Sade’ı görmemek mümkün gibi durmamaktadır. Şu farkla ki, Castoriadis için, özne ötekinin söylemini tamamen reddetmeye başladığında, kendi kendisine de yabancılaşmaya başlar. Bu durumda öznenin kendisinin söylemi ötekileşmeye başlamaktadır.[18]
Gösteregebilimci Roland Barthes ise, göstergebilim açısından Sade’ın eserlerindeki kıyafetlere odaklanmakta ve tasvir edilen kıyafetlerin erotik hayattaki yerinin göstergeler açısından analizini yapmaktadır.[19] Barthes’a göre, Sade “kıyafetlerle beden arasındaki ilişkilerle ahlâksızca oynamamaktadır (…) Sade’ın şehrinde elbisenin hiçbir iması, provokasyonu ve sıyrılması onun nesnesi değildir.”[20] O striptiz yapmaktan çok bedenleri çıplaklığıyla ortaya koyar. Bu nedenle, doğa felsefesine daha yakın hisseder kendisini. Sade’da bir “elbise oyunu yok değildir; ama bu tıpkı yiyeceklerde olduğu gibidir; işaretlerin ve işlevlerin göstergeleridir.” Çıplaklık, aynı zamanda aşağılanmanın da bir göstergesidir.[21] Anlaşılabileceği gibi, kimi zaman doğanın kimi zamansa güçlü karşısında ezilen ve acze düşen zavallıların göstergelerini görmek mümkün olmaktadır. Bu nedenle Sade sadece bir porno yazarı olarak okunamaz; porno yok değildir onda; ama bir araştırmanın, felsefî bir düşüncenin işlenmesi amacıyla, şaşırtmak üzere ortaya serilmektedir; yukarıda yazdığım gibi, amaç olmaktan çok bir şey anlatmanın, bir felsefeyi serimlemenin sadece aracıdır pornografi.
Onca müzik için, onca filmde ve onca düşünürün kendisini ve felsefesini geliştirmesi amacıyla okunan bir Sade eseri, pornografi olarak okunamaz artık. Bu Sade’ın alaycılığından başka bir şey olamaz. Batı toplumları bunun farkına çoktan varmışlardır. Artık bizim de bunu fark etmemiz için, “vatandaşlar bir çaba daha!”
* Bu yazı 1990’larda bir rapor çalışması olarak yayımlanmış, gerekli düzeltiler yapıldıktan sonra yazarın izniyle web sayfamıza alınmıştır. (ed. n.)
[1] Blanchot, Sade et Restif de la Bretonne, Complexe, 1986, s. 12.
[2] Bkz. Lévi-Strauss, Yaban Düşünce (çev. Tahsin Yücel, Yapı Kredi Yay.) ve P. Clastres, Vahşi Savaşçının Hüznü, (çev. Alev Türker ve Mehmet Sert, Ayrıntı Yay.)
[3] Derrida, Cosmopolites de tous les pays, encore un effort, Galilée, 1997.
[4] Sade, Yatak Odasında Felsefe, Çev. Kerim Sadî, Ayrıntı Yay., 2002, s. 118.
[5] Max Horkheimer ve Theodor W. Adorno, “Juliette ou la raison morale”, La dialectique de la raison, Gallimard/Tel, 1974, s. 92-127.
[6] Sade, a.g.e., s. 119.
[7] A.g.e.,s. 122.
[8] A.g.e., s. 130.
[9] A.g.e., s. 132.
[10] A.g.e., s. 133.
[11] A.g.e., s. 134.
[12] A.g.e., s . 136.
[13] Klossowski, Sade My Neighbor, Quartet Encounters, 1997.
[14] Klossowski, Sade Mon Prochain, Seuil, 1947 ve 1967, s. 63.
[15] Cornelius Castoriadis, L’Institution Imaginaire de la Societe, Seuil, 1975, s. 150.
[16] “Şişirirken” diye kullanıyorum, çünkü bir “benlik masalı” ortaya çıkarır liberal sistemler; ancak bu benliğin bir özerklik olabileceğini ne ölçüde kabul edebilirler, ne ölçüde kabul edemezler, bunu sanatçıların piyasa karşısındaki durumları belirliyor sanki.
[17] Castoriadis, a.g.e., s. 152.
[18] A.g.e., s. 155.
[19] Barthes, Sade, Fourier, Loyola, Seuil (Tel Quel Dizisi Yay.), 1971.
[20] A.g.e., s. 25.
[21] Hatırlanabileceği gibi Naziler, Auschwitz kampındaki Yahudileri soyup koltukaltı, ön ve arka cinsel bölgelerin kıllarını keserek onları aşağılamaktaydılar.